Doktrinel Gelişme: Hristiyan İmanın Canlı Doğası Üzerine Bir Tefekkür

Hristiyanlık, salt bir inançlar bütünü ya da katı dogmalardan müteşekkil, sabitlenmiş bir sistem olarak değil; tarihin akışı içinde Tanrı’nın halkıyla yürüyen, insanla birlikte düşünen ve zamanın ruhuna, dünyanın yaralarına, insan kalbinin derinliklerine cevap arayan bir yaşam biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda, “doktrinel gelişme” kavramı, Kilise’nin teolojik hafızasında yalnızca bir akademik tartışma başlığı değil, aynı zamanda Tanrı’nın vahyine sadık kalınarak zamanın içinde yankılanan bir iman şarkısının incelikli bir notasını teşkil eder.

 

Doktrinin Tarihselliği ve Kilise'nin Hafızası

Kilise, ilk havarilerin tanıklığına ve Rab İsa’nın sözlerine dayanarak kurulmuş olsa da, bu tanıklık ve sözlerin anlamı zamanla derinleşmiş, yeni bağlamlarda yeniden okunmuş, kimi zaman savunulmuş, kimi zaman da tanrısal bir esinle genişletilmiştir. İlk yüzyıllardaki Konsillerde ortaya çıkan Üçleme ve Mesih’in doğasına dair doktrinler, her ne kadar Kutsal Kitap’a kök salmış olsalar da, ifade biçimleri ve sistematik netlikleri zaman içinde şekillenmiştir. Bu durum, vahyin eksikliğinden değil, insan aklının Tanrı’nın sonsuz gerçeğine ancak aşamalı biçimde yaklaşabilmesinden kaynaklanmaktadır.

Aziz Augustinus’un “intelektum quaerens fidem” (imanı arayan akıl) ve Aziz Anselmus’un “fides quaerens intellectum” (anlayışı arayan iman) ifadeleri, bu gelişimin iki kutbunu temsil eder. Doktrin, ne halktan kopuk soyut felsefi kıvrımlar içinde şekillenen bir sistemdir, ne de saf halk dindarlığına indirgenebilecek basit bir formüller dizisidir. Bilakis, doktrin; Kutsal Ruh’un yönlendirmesiyle, Kilise’nin iman ettiği ve yaşadığı gerçeği daha berrak ve doğru ifade etme çabasının adıdır.

 

Kardinal John Henry Newman ve Doktrinel Gelişmenin Mantığı

Bu konuda çağdaş teolojinin en önemli isimlerinden biri, hiç şüphesiz Kardinal John Henry Newman’dır. Newman, “An Essay on the Development of Christian Doctrine” (Hristiyan Doktrininin Gelişimi Üzerine Bir Deneme) adlı eserinde, doktrinel gelişmenin, sahih imanla bağdaşan, hatta onun ayrılmaz bir parçası olan bir süreç olduğunu ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre doktrin, tıpkı yaşayan bir organizma gibi, özünü kaybetmeden büyür, gelişir, olgunlaşır. Bir tohumun ağaç haline gelmesi ne kadar doğalsa, İsa Mesih’in vahyinin zamanla daha derin ve sistematik biçimlerde ifade edilmesi de o denli doğaldır.

Newman, gelişmeyi sapkınlıktan (heretik yenilikten) ayıran birtakım “kriterler” ortaya koyar: süreklilik, tutarlılık, bütünlükle uyum, açıklayıcılık gibi unsurlar, bir gelişmenin sahih olup olmadığını belirleyen ölçütlerdir. Bu bakış açısı, değişim karşısında kaygı duyan gelenekselci eğilimlerle, her türlü yeniliği meşrulaştırmaya çalışan ilerlemeci anlayışlar arasında itidalli ve ilahi hikmetle uyumlu bir konumda durur.

 

Dogmatik Sabitlik ve Ruhsal Dinamizm Arasında

Doktrinel gelişmenin meşruiyetine inanan bir teolog için dahi şu gerilim kaçınılmazdır: Eğer iman zamana bağlı olarak gelişiyorsa, bu durumda “bir zamanlar doğru olan” nasıl olur da “şimdi yetersiz” hale gelebilir? Bu soruya verilecek cevap, iman hakikatlerinin özsel anlamının değişmediği, fakat insanın bu hakikatleri anlama ve ifade etme biçiminin tarihsel bağlama göre geliştiği yönündedir. Nitekim Teslis inancı, ilk havarilerin inancına yabancı değildir; ancak bu inancın felsefi dille ifade edilmesi için yüzyıllar gerekmiştir. Aynı şekilde, Meryem’in “Tanrı’nın Annesi” (Theotokos) oluşu da İncil’e aykırı değil, bilakis onun içinde gizil olarak mevcuttur; fakat bu unvanın açıkça telaffuz edilmesi için 431 yılındaki Efes Konsili’ni beklemek gerekmiştir.

Buradaki temel ayrım, hakikatle ilgili özsel bir değişim değil, bu hakikatin insan zihni ve Kilise topluluğu tarafından daha yüksek bir berraklıkla kavranmasıdır. Dolayısıyla, doktrinel gelişme; dogmaların “revize edilmesi” değil, onların potansiyel derinliklerinin yavaş yavaş keşfedilmesidir. Tıpkı bir mücevherin zamanla daha fazla yüzeyinin parlatılması gibi.

Hristiyanlık, bir “kitap dini” olmanın ötesinde, bir “yaşayan gelenek” dinidir. Bu gelenek, yalnızca geçmişin tekrarı değil; geçmişin ışığında şimdiye söylenen, şimdi için dile getirilen bir tanıklıktır. Bu tanıklığın merkezinde ise Kutsal Ruh’un Kilise’ye olan daimi refakati yatar. Ruh, Kilise’ye yalnızca ilk Pentekost’ta değil, her çağda konuşur; kiliseyi yönlendirir, yöneltir, hatırlatır ve derinleştirir.

Dolayısıyla, doktrinel gelişme fikri, Kilise'nin hatasız bir şekilde dogma üretmesi anlamına gelmez; ancak iman topluluğunun, Tanrı’nın sözüne sadık kalarak, bu sözün anlamını kendi çağında yeniden keşfetme ve ifade etme yükümlülüğüne işaret eder. Bu süreç, ilahi kelâmın gündelik hayatta yankılanmasını ve her nesilde yeniden ete kemiğe bürünmesini sağlar. Bu nedenle doktrinel gelişme, pastoral ve ruhsal olarak da hayati bir önem taşır: Zira insanın dili, algısı, soruları değiştikçe, bu sorulara verilen cevapların da yeni ifadelerle dile getirilmesi gerekecektir.

 

İmanın Canlılığına Dair

Netice itibarıyla, Hristiyanlığın sadakati yalnızca geçmişe değildir; asıl sadakat, Tanrı’nın kendisine ve onun yaşayan Söz’ünedir. Bu sadakat, tarihten kopuk bir donukluk değil, tarihle iç içe geçmiş yaratıcı bir sadakattir. Doktrinel gelişme, bu sadakatin meyvesidir. Değişen zamanlar, karmaşıklaşan kültürler, derinleşen sorular karşısında Kilise’nin görevi; hakikati çarpıtmadan, hakikatin derinliğini daha yüksek sesle duyurabilmektir. Bu da ancak doktrinel gelişme sayesinde mümkündür.

Ve bu gelişme, Tanrı’nın halkı için yalnızca bir akademik mesele değil; aynı zamanda onların dualarında, litürjilerinde, acılarında, sevinçlerinde ve umutlarında can bulan bir iman meselesidir. Gerçekten de iman, yaşamaya devam ettiği sürece gelişir; gelişen her şey ise canlıdır.